Yazdır

Türkiye, resmi olmasa da, yani Meclis’te alınmış bir karar sonucu olmasa da, fiilen savaşta. Bu durum, gerçekte yeni değil ve yoğunluğu farklı olmak üzere, Suriye savaşının başından beri sözkonusu.

Yeni olan şey, son günlerdeki gelişmelerdir; gelişmelerin hızındaki olağanüstü artıştır. Tek bir hava saldırısıyla onlarca askerin öldürülmesi, dinci faşist iktidara işin şaka götürür yanı olmadığını gösterdi. Türkiye, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistleri Suriye’de kendi cenahında savaşa çekmek ister ve bunun için gerekli tüm kışkırtıcılığı yaparken bir anda kendini, savaşın içinde buldu.

Dinci faşist iktidar, düne kadar mahallenin şımarık çocuğu gibi, Suriye ve Rojava topraklarını yol geçen hanı gibi kullanıyordu. Bunu yaparken dayandığı temel nokta, savaş yorgunu saydığı Suriye ordusunun kendisine karşı koyamayacağı hesabıydı. Evde yaptıkları bu hesap, Suriye ordusu İdlib çarşısına varana kadar doğru gözüküyordu. Ancak Suriye ordusu, Rusya’nın açık desteği ile İdlib kapılarına dayanınca evdeki hesabın İdlib çarşısına uymadığı anlaşıldı. Hesap tümden yanlış çıktı.

Türkiye, blöf yapa yapa geldiği noktada bir anda kendini savaşın ortasında buldu. Proletarya ve onun devrimci öncü işçileri açısından temel sorun ve soru şudur. Bu savaşa ve savaşın ortaya çıkaracağı koşullara karşı nasıl bir politika ile yaklaşılmalı?

Altı çizilmesi gereken birinci nokta: Bu savaş işçilerin, yoksulların, ezilen halkların, işsiz ve aç kitlelerin savaşı değil. Bu savaş, tekelci sermayenin, Koçların, Sabancıların, dinci faşist iktidar etrafında kümelenmiş bir avuç asalağın savaşıdır. Bu savaş, emperyalistlerin Suriye’yi bir “karşı devrim ve dinci faşist üretim-ihracat merkezi” haline çevirme savaşıdır. Bu savaş bir Türkiye-İsrail ittifakının Suriye’ye karşı savaşıdır ve İsrail’in güvenliğini sağlamayı amaçlayan bir savaştır. Türkiye-İsrail ittifakı kağıt üzerinde değil ama savaş alanında sağlanmıştır ve görmek isteyen herkes rahatlıkla görebilir.

Savaşı yöneten sınıflar, sermaye sınıfı ve emperyalistlerdir. Savaş, tümüyle bu asalakların çıkarlarına uygun ve çıkarları için yürütülüyor. Dökülen kan ise, emekçi sınıfın, yoksul halkın çocuklarının kanıdır. Bizden istenen Suriye emekçi sınıflarının, halklarının kanını dökmektir. Kardeş halkları burjuva sınıf çıkarları için öldürmektir. İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarı, kardeş halkları öldürmekte değil, onlarla enternasyonal dayanışmada, kardeşleşmededir. Düşmanlarımız Suriye’de değil, Türkiye’de... İşçi sınıfı, emekçilerin, ezilen halkların yaşamsal çıkarları Ortadoğu emekçi sınıfları ve ezilen halklarıya sıkı, eyleme dayalı, sömürücü güçlere karşı, enternasyonal dayanışmadadır.

Altı çizilmesi gereken ikinci nokta: Uzun iç savaş ve devrimci durum, düzeni, tekelci sermaye sınıfının egemenliğini hırpalamış, yıpratmış, güçten düşürmüş. Toplum büyük bir çalkantı içinde, Sermaye sınıfı ve dinci faşist iktidar, tehlike içinde olduğunu düşündükleri düzeni, topluma karşı savaşım içinde ve savaşımla ayakta tutuyorlar. Haksız değilller. Çünkü, artık toplumdaki en ufak bir kıpırtı, en küçük bir toplumsal hareket bile onları korkutuyor.

Türkiye ve Kürdistan’da devlet gücüne karşı her savaşım sermaye sınıfı egemenliğine karşı bir savaşıma; ve tersi, sermaye sınıfına karşı her savaşım devlet gücüne karşı bir savaşıma dönüşüyor. “Beka” tartışmalarının gerçek içeriği ve nedeni budur. Böylece, burjuva toplumun, düzenin tüm iç bağları gevşiyor, çözülüyor, dağılma emareleri gösteriyor. Çürüme, akli ve moral yozlaşma, bozulma iç bağların çözülmesinin hem nedeni hem de sonucuna dönüşmüştür.

Üçüncü nokta: Ekonomik ve politik kriz içindeki burjuva egemenliğin başı üstünde fırtına bulutları giderek toplaşıyor. Savaş, bu sürece olağanüstü bir ivme katacak. Hatay, Antep, Kilis hastaneleri etrafında toplanan kalabalık, bu kalabalığın her an patlamaya yatkın olan ruh hali, bu tespitin tartışılmaz kanıtıdır. Fırtına, ayaklanma, güç kazanarak hızla yaklaşıyor.

Bu bir toplumsal devrim fırtınasıdır. Devrim, pratik güncel bir sorundur. Politik iktidarın işçi sınıfı ve müttefikleri tarafından bir devrimle ele geçirilmesinin koşulları ortaya çıkmıştır ve bu koşullar giderek olgunlaşmaktadır. Bu koşulların oluşması açık, topyekün savaştan önce başlamıştır. Türkiye’nin Suriye’ye karşı savaşı açık, topyekün hale getirmesi bu koşulların olgunlaşması sürecini hızlandıracaktır. Ne var ki, yakın gelecekte Türkiye, herhangi biçimde bir “ateşkes” anlaşması vb yöntemle savaşa ara verse bile sürecin ilerlemesinde ciddi bir değişiklik sağlayamayacak. Düzen, düzenin bekçisi faşist devlet ve dinci faşist iktidar öyle bir noktaya gelmiş durumdalar ki, önlerinde topyekün bir savaş ve bu savaşın tüm yıkıcı sonuçları; arkalarında kızgın, öfkeli, açlık ve yoksullukla boğuşan, evlatlarını savaşta yitirmiş kalabalıklar. Ne ileri gidebilecek durumdalar ne de geri dönebilecek!

Bu koşullarda tüm saflar da netleşiyor. Burjuva partiler, CHP’sinden MHP’sine kadar hepsi, düzen bekçisinin, RTE’nin arkasına dizilmiş duruyorlar. Tekelci sermaye sınıfı, devrimi ezecek umuduyla, tüm güçlerin RTE ve onun partisi arkasında dizilmesinden en ufak bir rahatsızlık duymuyor. Aksine, tüm yürütme gücünü açık açık kendi şahsında toplaması, Meclis’i bir “hiç”e dönüştürmesi, bakanları, hükümeti basit birer figürana dönüştürerek tek karar mercii düzeyine gelmesi tekelci sermayenin öteden beri istediği bir şeydi. RTE’nin hevesleri tekelci sermayenin 12 Mart faşizminden beri beslediği hevesleri tamamlıyor. CHP, burada tamamlayıcı bir figürden başka bir şey değil. RTE’ye karşı gelişecek bir harekete karşı işe yaramaz göğsünü siper edeceğini açıklaması da bu rolünden dolayıdır.

İşte bu gerici burjuva partiyle “demokrasi” ya da başka bir bahaneyle ittifak önermek, burjuva egemenliğin yıkılması dışında başka bir hedefle oyalanmak devrime ihanettir. İşçi sınıfının, devrimci proletaryanın tek hedefi, devrimci koşullardan yararlanarak politik iktidarın bir devrimle ele geçirilmesidir.

Devrimci öncü işçiler, işçi sınıfına bu hedefi göstermeli, bu hedefe yürütmeliler.